Günümüzde kavramlar arasındaki sınırlar oldukça muğlak hale geldi. Çoğu zaman birbiri içine geçmiş kavramlarla kurulan tümcelerin asıl anlatmak istediği şey alabildiğine bulanıklaştı. “Yalnız” ve “yalnızlık” kavramları da ne yazık ki bu durumdan nasibini aldı. Gerçek anlamı ve yan anlamlarıyla oldukça muğlak ve bulanık artık günümüzde anlattıkları. İnsanoğlunun içinde yaşadığı sayısız kalabalıklar, bu sözcüklerin öz doğasını ellerinden aldı gibi görünüyor.

İnsanoğlu varlığa geldi ve yaşamaya başladı. Mağarasının içinde hava olaylarından, doğa olaylarından ve yırtıcılardan kendini ve ailesini koruması gerekti. Avlanmalı, yemeli, giymeli ve güvende olmalıydı. Kalabalık olmak korunmayı da beslenmeyi de daha kolay hale getirdiğinden kalabalık gruplar halinde yaşamaya başladılar. Herkese belirli görevler vererek ilkel bir iş bölümü kurdular. Yine de hayat zordu. Zamanla öğrenen ve üreten beyni sayesinde insan, hayatı kendisi için kolaylaştırmanın yollarını buldu. Zaman ilerledi. İnsan da ilerlediğini zannetti. Mağaralardaki çekirdek ailelerden şehirlere terfi etti. Artık asla yalnız kalmayacak ve güçsüz olmayacaktı. Doğayı kısmen alt ettiğine inanırken yeni bir düşman edindiğinin farkında bile değildi: Öteki insan! Alıştığı “biz” düzeni değişmeye başladı. Herkes artık sadece “ben” olarak yaşamayı tercih ediyordu. Zamanla acı veren gerçekleri fark etti. Sırtını dayadıkları düşman olunca değişti hayatlar. Şehirler, insanların bir arada yalnız kaldığı yerler halini aldı. Tanımadığı ve herhangi bir duygusal bağ kurmadığı yüzlerce binlerce yalnızlık içinde önemsiz ve sıradan bir yalnızlık oldu herkesinki. Kutular içinde tek kişilik hücrelerde yalnız başınaydı artık insan. Kalabalıktaydı; ama diğer yandan yalnızdı. Aslında yalnız değildi, sadece yalnızlık çekiyordu. Ne bir dost ne bir sırdaş ne bir akıl hocası ne güven ne saygı ne de vefa vardı artık. Bunların hiçbiri yoktu; ama insanlar yalnız değildi, yalnızlık çekiyordu.

Yanında özgür, rahat ve kendin gibi hissedemediğin insanlar arasında yaşadıkça insanların ayaklarında onlara sürekli engel olan görünmez prangalar oluştu. Kendi olamadı, içini açamadı, ağlayamadı, itiraf edemedi, gönlünce gülemedi… Tedirginliğin dizginlediği gönlü yalnızlık çekti durmadan. Hayatı yaşamak yerine bu hayata hapsedildiğini düşünmeye başladı. Ödülden öte ceza gibi görmeye başladığı dünyaya ve onun yaşayanlarına saygı duymayan, acımayan ve onları anlamaya çalışmayan bireylere dönüştüler. Önce kendine ve sonra da ötekilere karşı katılaştı herkes. Karmaşa ve suç krallığına dönen hayatlarında ölmeden cehennemi yaşamaya başladılar insanlar. Cenneti cehennem eden işte bunlardı. Her yer insan doluyken tek başına kalmak, kendini değersiz hissetmek ve umutsuzluğa koşarayak gitmekti yalnızlık çekmek. Etrafın değerli eşyalarla, parayla, çeşit çeşit lezzetli yemekler ve model model elbiselerle dolup taşarken hiçbirine dokunamamak ve sahip olamamaktı yalnızlık çekmek. Varlık içinde yokluğa hapsolmaktı.

Yalnızlık çekmekle el ele veren bencillik ve tedirginlik sonunda “yabancılaşma” başladı insanlar arasında. İnsanlar, kendi ürettiği nesnelerin ve emek ürünlerinin boyunduruğu ve egemenliği altına girerek kendi sorunlarına, bulunduğu ortama, toplumsal ve insansal olana yabancı durumuna geldi. Emek ürünlerinin bağımsız ve ezici ekonomik bir güç olarak belirmesine ve hatta hayatlarına egemen olmasına izin verdi. Soyutlanan hayatı, içine kapanan duygusallığı ve sayısız teknoloji devrimini başarabilen zekasıyla insanoğlu, yanı başındakini anlayamaz ve umursamaz bir hale geldi. Toplum tarafından geleneklerle desteklenerek kural halini almış davranışlara karşı bağlılık duygusunun olmadığı ve bu yokluktan hareketle insanın davranışlarında sapmaların olmadığı, güven duygusunun kaybolduğu, sınırı olmayan bir bireysel rekabetin doğduğu bir kuralsızlık baş gösterdi. İnsanın kendi geleceğinin kendisinin elinde değil de başkalarının, dış etkenlerin, kaderi ve şansın elinde olduğuna inanmasıyla güçsüzlükler yaşanmaya başladı. İnsanda; gördüğü, yaşadığı, bildiği herhangi bir durumun kavrama ve tutarlı olma noktasında hiçbir anlam taşımadığı bu düşüncelerden hareketle hayatın anlamsız olduğu düşüncesi yerleşti. Toplumdaki sosyal ilişkilerden dışlanma ve yalnız kalmayla birlikte soyutlanmalar yaşandı. Toplumdaki geleneklerden, oturmuş değişmez değerlerden kopma ve onlara ait hissetmeme durumuyla birlikte aidiyet karmaşası girdabına düşüldü. Ve artık herhangi bir sebepten ötürü kendi gerçekliğine karşı gelen ve onu kavrayamayan insanlar ortaya çıktı.

Yalnız olmadığını, sadece yalnızlık çektiğini bilen insan, yalnızlığın çölde tek başına kalmak kadar mahrumiyet içerdiğini bilirdi. En az yalnızlık çekmek kadar kötüydü yalnız kalmak. Biri diğerinden daha masum değildi. İkisi de insana kendini çok kötü ve gereksiz hissettiriyordu. Bunları fark edebilen az sayıdaki insana toplum içinde “deli” gözüyle bakılmaya başlandı. Çoğunluğun dışında bir şeyler yapmak nedense hep yanlış sayıldı.

Suçlamak kolay olsa da ne yalnızlığın kabahati vardı ne de yalnızlık çekme hissinin. Biz’i yalnızlaştıran, hırs-ego-suç tutkusu ve rahat merakımız yüzünden yine biz’dik. Günümüzdeki güvensizlikler tamamen biz’im eserimiz. En zor anında başını dayayacak tek bir omuz olmadığında da yalnızlık çekme işkencesi yine biz’den ötürü başlıyor. Kimseyi suçlayamayız. İnsanlık olarak tüm büyük kayıplarımıza rağmen biz’i biz yalnızlaştırdık. Tüm bu kötü hislere bir sorumlu arayacak olursanız cezalandırmak için aynaya bakmamız yeter…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol