HANİ UMUTLARIMIZ

Aristoteles’e göre umut, uyanan insanın rüyasıdır. Buna göre ardı sıra ne kadar koşarsan koş ya yakalarsın ya kaçırırsın. Garantisi yoktur ulaşmanın. Yakalarsan mutluluk, kaçırırsan hayal kırıklığı olur umut. Her umudun doğasında bir korku vardır ve her korkuda da bir umut. Bize yalnızca hedefleri değil, aynı zamanda o hedeflere ulaşmak için gerekli olan heves ve çabayı da sağlar. Kırılsa da sürer umut. Küçük çocukların hevesleri gibi bir gelir bir kaybolur ama asla tamamen gitmez. Hayal kırığına dönene kadar kalır. O gidince de yenisi gelir zaten yerine çünkü yaşam varsa umut vardır.

Bir eylem biçimi olarak umuttan söz ediyorum. Yaşama sevinci olan, merak olan, insanı yıldızlara baktıran, toprağı sevdiren, ağaçları izleten, denizlere aşık eden, dağları merak ettiren umuttan. Her nefes alışımızda bizi bir sonraki nefesimizden beklentiler içine sokan umuttan söz ediyorum. Bir çeşit bilme, anlama, yorumlama ve yaşama gücü olan umuttan. Kendisinden asla umut kesmediğimiz umuttan. Tanrıbilimci Martin Luther’in de dediği gibi, “Dünyada elde edilmiş olan her şey, umutla elde edilmiştir.”[1]

Hayata gelirsiniz. Hiçbir şeyiniz yoktur o zamanlar. Tertemiz ve aydınlıktır yolunuz. Önce bir beklentiniz olur. Zamanla olgunlaşır zihninizde ve bir umuda dönüşür. Ya nur topu gibi bir sevinciniz olur bu yolun sonunda ya da ölü bir bebek gelir dünyaya: hayal kırıklığı. Risktir yaşamak ve sen bunu anladığında kirlenmeye başlar dünya. Karanlıklar öbeklenir köşe başlarında. Sen yine de her şeye rağmen kumdan bir kale yaparsın da bir dalgaya bakar umutların… Darmadağın olursun. Hayal kırıklarından çıplak ayakla gezemez olursun gönlünün sokaklarında. Kan revan içinde kalır heveslerin. Yasını bile tutamazsın kendi içinde ölüp gidenlerin. Sonra bir söz geliyor insanın hatırına. Öyle güzel tarif ediyor ki umudu, başka söze gerek kalmıyor. “İdam sehpasında hapşıran mahkûma “Çok yaşa!” demek gibiydi, bazı umutlarımız.”

Her şey gibi bizi de eskitiyor zaman. Hayat bilmecesi çözüme yaklaşmak yerine daha da karışık bir düğüme dönüşüyor. Parmaklarımız dolanıp kalıyor düğümlerin boğumları arasında. Kangren başlıyor ruhumuzda. Kestikçe yayılıyor kangren. Giden geri gelmiyor bizden. Sürekli yolcu ediyoruz içimizdeki güzellikleri. Geride kalmak düşüyor sadece payımıza.

Hayal kırıklığı, pişmanlığa benziyor bir yanıyla. İkisinde de olamayanın ardından üzülüyor insan. Sadece hayal kırıklığı, kişinin kendi kontrolü dışında gelişiyor, hepsi bu. Yazık ki bazı şeyler her zaman sadece bizim elimizde olmuyor. Bazen duygu rüzgârı alıp götürüyor. Bazen de çıkar fırtınasında açıklık alanda kalıyor. Oradan oraya savruluyor savunmasız umut ve ancak bir yerlere fırlattığında o rüzgârın akışından kurtuluyor. Acı bir şekilde öğreniliyor gerçek olan şeyler. Ellerimiz kanamaya başlıyor üstümüz paramparça oluyor. Yıkıntılar arasında kurtarılmayı nafile bekliyor. Kaç umuda mezar oldu kim bilir yürekler ve zihinler. Kimsesiz mezarlığına döndü benliğim. Her adım başı bir cenazeyle burun buruna geliyorum gönlümün sokaklarında. Zamanla anlıyor insan her hayal kırıklığında insanın kalbinden de bir parça koptuğunu...

İnsan, kendini okyanusun sonsuzluğuna bırakan savunmasız bir gemi misali savrulup durur hayatın çarkı içinde. Fırtınalar o sonsuz okyanusun kaçınılmaz kaderi ve insan da bu kaderin yalnız yürüyeni olur. Biriktirir durur hayal kırıklıklarını ve güvenli bir sahil bulduğunda bozdurup onları, birkaç hakiki tecrübe satın alır hayattan. Sırtındaki küfeye önce hayal ve umutlar yükleyen mutlu insanken ve ağırlığı bile olmayan bu yükten keyif alırken birden içine düştüğü hale inanamıyor insan. Küfedeki hayallerin yerini hayal kırıklıkları ve umutların yerini de pişmanlıklar aldığında ağırlaşıyor yükü. Bitiyor aldığı keyif ve bir yaşam mücadelesi içinde az da olsa mutluluk dileniyor savunmasızca. Okyanusu terkine mi yansın, satın aldığı tecrübelerin işe yaramadığına mı yoksa hayatının kalanının belirsizliğine mi? Karar veremiyor “Kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunun cevabına. Boyun eğiyor. Ve sonunda “Gelene de eyvallah gidene de eyvallah!” deyip susuyor. Umuda ve hayale esir olan varlığını pişmanlığa ve hayal kırıklıklarına esir olmuş hissediyor insan.

Hislerinin ırzına geçenlere, düşüncelerini acımasızca çiğneyenlere, ruhunu katledenlere karşı savunmuyor kendini yaşam mahkemesinde. Sonunda hakim veriyor kararını ve idam veriyor bu çaresiz yüreğe. Kimse sormuyor neden diye. İtiraz eden de çıkmıyor. Birlikte hazırladıkları bu sonda, gidişini izliyorlar acımasızlık yüklü gülümseyişler yerleştirdikleri yüzleriyle. Yaşam mahkemesi gibi akıl mahkemesi de idam verince iş kararı uygulamaya kalıyor. Buraya kadar tamam da neden kimse ipi çeken cellat olmaya yanaşmıyor. Oysa ki o son elin ne önemi var ki. Yoldaki bütün taşları döşeyenlerin ellerinde zaten o kan var ki. Yüreksizlerin verdikleri cezayı kesecek bir yürekli bulunamıyor.

Bekliyorum artık sessizce kendi sonumu. Düşüncesiz insanların tecavüzüne uğrayan düşüncelerim için aklın mahkemesinde ve vicdanı olmayanların kırdığı hayallerim için yaşam mahkemesinde verilen idam kararını uygulayacak bir cellat arıyorum. Benim hala umudum var. İnsanlar bu denli kötü ve vurdumduymaz olduğuna göre idamıma gönüllü bir cellat mutlaka çıkacak…


Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol