KAYBEDİLENLER…

Göz pınarlarımızı düşüncesizce sömüren acılara rağmen dik durmaya çalışırız hayatın karşısında. Kırık dökük hayaller, kenarından ısırılıp şekli bozulmuş ümitler, kursakta biriken hevesler ve yarım bırakılmış sözler biriktiririz adına hayat denen müebbet hapsimizde. Bırakılamayan ya da vazgeçilemeyen alışkanlıklar gibi zihnimizi saran bazı düşünceler de vardır ki tehlikeye atar hayallerimizi. Zamanla inatlaşarak çözülemeyen, aşılamayan ne varsa birikir yüreğimizde. Sürekli bir mağlubiyet hali yüzünden kendine olan güvenini yitirir insan kendine. Kendine biçilen rolün gereklerini yerine getirdiği hayata isyanı büyüdükçe büyür içinde. Kalabalığa karışıp sürdürürken yeryüzündeki görevini, kime ya da neye inanacağını şaşırır. Şaşırır çünkü bambaşka bir hayat hayal ederken bu hayata nasıl sıkışıp kaldığını anlayamamıştır. Çocukken sadece düştüğü ya da isteği yapılmadığı için ağladığı günleri özler. Sorumlulukları altında ezilişini kabullenemez. Yalnızlığından nefret eder. Sonra merak eder sorgusuz sualsiz, ayırmaksızın herkesi içine çeken “tek başınalık” girdabının hikâyesini. Kitaplar okur, insanlarla konuşmayı dener cevabı bulmak için. Nafile çaba insanınki, bulamaz cevabı. Sorumlunun sadece kendisi olduğu bu cehennemin ilahi yaratıcısı olduğunu asla hatırlamaz, itiraf etmez kendine. Çoktan yadsımış ve unutmuştur. Nadiren kâbus yerine rüya gördüğü o tadına doyulmaz gecelerde bulur aradığı cevapları. Bulur bulmasına da uyanınca ne kalır geriye rüyadan? Çoğu zaman kocaman bir “hiç”! Bilinçaltına hapsetmiş de olsa bilir aslında. Bilir de diyemez, söze dökemez.

Özlemleri yüzünden içine döndüğünü anlatamaz kendine. Bitkisel hayata dönmüş sayısız insanın kendiyle aynı sebepten kaybettiğini bilemez yaşama sevincini. Asıl soru şuydu aslında: “İnsan ne zaman bu kadar yalnızlaştı?” İnsan, değerlerini yitirmeye başladığında başladı yalnızlığı. “Aile” kurumu önemi yitirdiğinde daha da yalnızlaştı. Toplumu bir arada tutan yegâne kurumdu aile. Bireyler bencilleştikçe aile dağılmaya başladı. Yabancılaştı bireyler birbirine. Baba unuttu okşadığının kendi kızı olduğunu. Abi göz ardı etti arkadaşlarına ikram ettiğinin kız kardeşi olduğunu. Anne unuttu çöp konteynırına kendi yavrusuyla birlikte kendi insanlığını da terk ettiğini. Büyüklere saygı bitti, el öpmeler, bayramlaşmalar… İnsanlık ufak gruplar halinde çöküşe başladığında karanlık günler savaş borazanını var gücüyle üflemeye başlamıştı. Önce güvenliğimizden korkar olduk. Kapılarımıza kilitler vurduk, ev ve işyerlerimize kameralar koyduk. Gecenin özgürlüğünü bağıran saatlerde dışarı çıkamaz olduk. Gönlümüzce konuşamaz, giyinemez olduk. Komşusu düğün yaparken bir araya gelip kızın çeyizini hazırlayan mahalleli koptu gitti birbirinden, dedikodu kazanları kaynamaya başladı eskiden cıvıl cıvıl olan ve kapı önlerinde çekirdek çitlenen sokaklarda. Kimse kendini diğeriyle beraber anmak istemiyordu. Tek başına güçlü, tek başına başarılı, tek başına mutlu ve kıskanılır olmak istiyordu. Tarihe en büyük başarıları yaşatan insanoğlu artık üst üste mağlup oluyordu. Yazık ki “biz” diye bir şey kalmamıştı sürüler halinde gezen hayvanlardan başka yerde. Her yerde kibirli bir “ben” hâkimdi artık.

Zaman, cezalandırmak için insanı, güzel zamanlarda hızlı ve kötü zamanlarda yavaş geçmeye başladı. Huzur, sürekli bir korku hissiyle işbirliği yapıp asla tam bir ferahlık yaşatmayarak kesti cezasını insanın. Aşk, güveni katlederek ihaneti aldı bağrına insana vermek için cezasını. Dostluk, ceza olarak binlerce ayna arkasına sakladı kendini hak eden ve sabrı olanlar bulsun diye onu. Yine de uslanmadı insan, silkelenip ayılmadı bu rehavet uykusundan. Cömertlik terk etti önce yaşam alanlarımızı, sonra yardımseverlik ve iyi niyet. Bunların ardından dürüstlük ve ahlak ta gitti. Artık ucuzlaştı hayatlar. Gencecik bedenler, cahil ve işlevsiz beyinler yüzünden uyuşturucu, alkol, sigara, kumar ve fuhuş gibi birbirinden kötü alışkanlıklarla avutmaya başladı kendini. Bencilleşen sayısız hayat her geçen gün daha da genç yaşta zehirlemeye başladı bedenleri ve zihinleri. Düşünme olgunluğuna erişemeden yıkandı beyinleri gençlerin. Özgürce seçim yapmak yerine zorla beynine doldurulan bilgilerle kendini bir kör döğüşü içinde buluverdi nicesi.

Sonra sorduk: “Neden bu kadar kötü bir zamanın içindeyiz?” Kendimiz yaptık. Kabul ettiğimiz gün başlayacak düzelme. Şu an itibariyle uyuşturulmuş beyinlerimizle bundan daha iyiye bir gidiş söz konusu bile değil. Yeniden “bir olup” tek yürek gibi birlikte atmadan güzel günler görme şansımız hiç yok. İnsan olmak bakımından eşit olduğumuzu, paranın insanlığımızı değil sadece alım gücümüzü artırdığını kabul etmeliyiz. Senin benim demeden her türden canlıyı kucaklamayı öğrenmeliyiz. İçimizde öldürülmüş masumiyeti yeniden diriltmeliyiz. Sabahları günaydın, gün içinde kolay gelsin, güzel olaylarda hayırlı olsun, acılarda başınız sağ olsun demeyi, acıyı da sevinci de, kederi de paylaşmayı öğrenmeliyiz yeniden. O zaman belki yine binlerce kelebek havalanır her birimizin yüreğinden. Belli mi olur, belki de kuş cıvıltıları gelir gün içinde kulaklarımıza ve gülümseyen çocuklarımız olur bundan böyle. Kim bilir?..

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol