Türkiye’de siyaset ilginç bir olgu. Ekonomi, tarih, sosyoloji, psikoloji gibi birçok alanda Avrupa merkezli düşünmek, durumları Avrupa’nın teşhis ve tedavi yollarıyla algılamak ve yorumlamak gibi bir hastalığımız var. Bu, evrensel ve çağdaş olmak adına yapılınca biçilen donlar ya dar geliyor ya da çok bol.

Avrupa’yı ya da gözümüzde büyüttüğümüz Batı’yı, Batı yapan akıldır. Aralarında benzerlikler olsa da hiçbir toplum, bir diğeriyle bire bir aynı şartlar altında gelişmez. Tek bir yolun bütün dünyada çözüm olacağını söyleyen modellerin teker teker çöktüğünü gözümüzle görüyoruz. Tek yol akıldır. Toplumun gelişim şartlarını tarihî ve sosyolojik bir bütün olarak görüp akılcı çözümler üretmektedir. Aklınız size ait olmak kaydıyla.

Türkiye’de siyaseti özellikle sağ ve sol kavramları üzerinden okumak oldukça faydasızdır; kişileri kısır tartışmaların içine sokar. Türkiye’de Fransız Devrimi ve onun oluşturduğu siyasî ve ekonomik alt yapı bulunmaz. Fransız Devrimi, burjuvazi/tüccar ve derebeyi, dolayısıyla krallık arasındaki ekonomik çatışmadan doğar. Sağ ve sol kavramları, birkaç denemeden sonra başarıya ulaşabilen burjuvazi sınıfı ile krallık arasındaki çelişkiyi ifade eder. Fransız burjuvazisi ve aydının zorlamasıyla kurulan mecliste kralın yandaşları meclisin sağ tarafında, derebeyleri ve kraliyetin karşıtları sol tarafında oturdukları için bu kavramlar daha sonra egemen zümre taraftarları ve karşıtları için kullanılagelmiştir.

Tarih bütünlüğü içinde düşünecek olursak Türklerin hiçbir devrinde, Batılı anlamda bir derebeylik sistemi olduğu, bence, söylenemez. Bozkır şartları altında kışı şehirlerde, yazı yaylalarda geçirmek zorunda olan, yarı göçebe, ekonomisi hayvancılığa dayalı bir toplumun bozkırda ayakta kalabilmesi için hem asker hem de çoban olması gerekir. Bu durumda ekonomik çelişkiden çok, hayatta kalma çelişkisi birey ve toplumun ilişkilerini belirler. Herkes dayanışma içinde bulunmalı, toplumun ayakta kalması için askerî ve ticarî yükümlülüklerini yerine getirmelidir. Bu nedenle Türk devletlerinde örgütlenme modeli merkeziyetçidir, merkezden uzak birimleri yöneten hiç kimse kağanla/ padişahla eşit sayılmaz, bunlar kağana/ padişaha bağlıdır ve devletin töresini, hukukunu kısacası politikasını sağlıklı bir şekilde yürütmekle görevlidir. Bu yöneticiler, yönettikleri toprakların ve üzerinde yaşayanların sahibi de değildirler ve politikayı doğru yürütemezlerse merkeze hesabını verirler. Batı’da derebeyi, soylu kabul edilen sınıftan, yönettiği toprak parçasının ve insanların sahibi, merkezî yöneticinin eşiti sayılırdı ve öyle hesap falan verdiği de yoktu.

Burada ortaya çıkan ekonomik çelişkiydi. Zamanın üretim gücü sayılabilecek insan gücü ve askeri elinde bulunduran derebeyi eşitler arasındaki üstün olarak merkezi yönetimi belirlerdi. Derebeyleri, Coğrafi Keşifleri destekleyerek ele geçirdikleri bölgelerdeki zenginlikleri sömürerek şişmiş, bu da derebeyinin burjuvazi denen tüccar sınıfına, bir nevi mal olan tebaanın da halka dönüşmesine yol açmıştır. Daha sonra Sanayi Devrimi, burjuvayı/ tüccarı fabrika patronuna, halkı da işçiye dönüştürür. Batı’nın kavgası, emek sermaye üzerinde gelişir.

Ancak tarihin en eski devrinden beri Türk milletinin içinde bu çeşit bir emek sermaye çatışmasından ve sınıflı bir toplum yapısından bahsedilemez. Zaten tarım ve hayvancılıkla ve kurduğu şehirlerde ürettiklerini satmakla geçinen bir halkın böyle bir sınıf yapısına ulaşması oldukça zordur. Osmanlı İmparatorluğu’na bakarsanız, tıpkı Orta Asya’daki Soğd tüccar kolonilerine benzer şekilde gayr-ı Müslim halkın oluşturduğu bir tüccar sınıf bulunur. Bunlar, devletin bütünlüğüne, politikasına kast etmedikleri sürece özgürce yaşamak ve ticaretlerini sürdürmek özgürlüğüne sahiptirler. Türk ise tarım, hayvancılık ve askerlikle uğraşırken bir tüccar sınıfı oluşturamamış, fetih politikasını ele geçirdiği yerleri sömürmek için kullanmamıştır. Eğer sömürgeci olsaydı dünyanın dört bucağında İngilizce değil, Türkçe konuşulurdu.

Topraklar devletin ve padişahın, yönetim ise merkezin elindedir. İltizam olarak verilen topraklar ve halk mültezimlerin mülkiyetinde değildir. Yıllar geçtikçe törenin bozulması, Avrupa karşısında teknik ve ekonomik gerileme ve sayabileceğimiz birçok etken Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısını bozmuştur. Törenin bozulması, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiyi zedelemiş, tıpkı tarihteki Türk devletlerinde olduğu gibi mevcut yöneticiler ve sistem, yönetilen tarafından eleştirilmiş ve zamanı geldiğinde de yerini yeni bir devlete bırakmıştır.

Buradaki çelişki Türk devlet geleneğinden gelir. Türk Devrimi diyebileceğimiz hareket, ekonomik çelişkiden doğmaz. Her ne kadar Fransız Devrimi’nden etkilenmişse de Fransız Devrimi ile aynı sebep ve sonuçlara sahip değildir. Zaten sanayileşememiş, kendi milli burjuvazisini ve dolayısıyla sınıf yapısını oluşturamamış, ekonomik olarak ipleri gayr-ı Türk ve Müslimlerin elinde bulunan bir toplumda sınıf oluşmayacağı gibi sınıf çelişkisinden de söz edilemez. Bu hareket, yozlaşan törenin yeniden egemen olması, ‘kut’unu kaybeden yöneticinin yerine, ‘kut’a sahip Türk’ün gelmesini sağlamak içindir.

Zaten bugün bazı zümrelerin siyasetlerini, ekonomik çelişkiler üzerinden değil; etnik, dinî ve mezhepsel çelişkiler üzerinden yürütmesi bunun en güzel delilidir. Bir sonraki yazı, sanırım bunun üzerine olacak.

NOT: 4 Nisan 1997’de uçmaya varan, Türk milletinin son zamanlarda yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından Başbuğ Alparslan Türkeş’in anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol