Günümüz şartlarında aynı ruh halini uzun süre devam ettirmek neredeyse imkânsız. Her birimiz duygudurum durum bozukluğu (bipolar) içindeyiz. Heyecanlı, enerjik ve aşırı neşeliyken manik zamanlarımızı yaşarken ümitsiz, bitkin ve yorgun hissederken depresif zamanlarımızı tüketiyoruz. Gün içinde yaşadıklarımız, hayallerimiz, umutlarımız ve elimizdekiler söz konusu olduğunda bu dengesizliği ister istemez yaşarız. Tüm bunların ışığında da binlerce iş ve düşünce arasında paramparça oluruz. Beklentilerimizi dengeleyemeyen sahip olduklarımız, terazinin hep bir tarafını aşağıda bırakır. Toplumsal ve bireysel sorumluluklar da omzumuza binince tün bunların altında eziliriz ve ezildikçe de parçalanırız.

Bu parçalanma bütün hayatımıza etki eder. Hayallerimiz, amaç ve hedeflerimiz, sorumluluklarımız ve benliğimiz parçalanır. Kişilik parçalanması da yaşarız. Artık bilincimizi, hafızamızı ve kimliklerimizi tek bir kişilikte toplamakta zorlanırız. Birincil kimliğimiz ve diğer kimliklerimiz arasındaki ayrımlar gittikçe belirginleşir. Birincil kimlik bundan sonra daha çok pasif karakterimiz halini alır. Diğer kimliklerinse her birinin ayrı bir hikâyesi ve kimlik imajı oluşur.

Yaşadığımız ruh hali oynamaları arasında hayata tutunmaya çalışırız. Çalışırız da hayatın tutunduğumuz yanında kim olacağımızı bir türlü seçemeyiz. Kişiliğimiz bulanıklaşmaya başlar. Sinirliyken yaptığımızı utangaç halimiz anlayışla karşılar. Korkakken yaptığımızı da umursamaz halimiz tolere eder. Böyle böyle büyür hatalarımız. Hataların hiçbiri biz yapınca hata gibi görünmez gözümüze. Yaptıklarımızın sınırları giderek yükselir ve sonunda toplumda artan suç oranları bir anda çoğu insana olağan gelmeye başlar. “Bal tutan parmağını yalar.” anlayışının beyinlerde bir virüs gibi hızla yayılmasıyla birlikte normal-anormal terazisi şaşar ve toplumlar kaosa sürüklenir.

Zaman zaman manik ve zaman zaman da depresif hale bürünen onlarca kimliğin karmaşasını bütün topluma ayna gibi yansıtan binlerce, on binlerce insanın hırs ve ego savaşları doğrultusunda böylece tükenir dünya. İklimler değişir, hastalıklar baş edilemeyecek boyutlara ulaşır, kirlilikten nefes alınamaz hale gelir, ormanlar yanar, hayvanlar öldürülür ve insanın insana tahammülü kalmaz. Kendini bu denli kudret sahibi gören insan için “öteki” değersizleşir. Yetmezmiş gibi bu güç tutsağı için cinayetler, tecavüzler, haksızlıklar ve hırsızlıklar nerdeyse “hak” gibi görülmeye başlanır.

Oysa “pembe panjurlu evler” ve “beyaz atlı prensler” hayal eden hallerimiz az mı direndi bu kaotik sona? Bizi kahkahalara boğan ama güldürürken de düşündüren ve nasihat eden Türk filmlerinden silahsız, yalansız ve ahlaksızlık özendiren filmlere nasıl gelindi? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varken şarkılarda ya da nane limon çayı tarifi verirken, aşkı kol düğmeleri üzerinden resmederken “Allah belanı versin.” ya da “Nere mi, nere mi?” gibi şarkılara nasıl geçildi sorgusuz? Hacivat ile Karagöz’den, Keloğlan’dan, Nasrettin Hoca’dan ne çabuk vazgeçildi. Deli Dumrul, Bamsı Beyrek ya da Gülçiçek de bizden, taa içimizden birileri değil miydi? Oradan buraya ne çabuk gelindi. Mertliğin yerine namertlik izlenir oldu, ne zaman? Ne ara toplumca bipolar olundu? Neden olundu? Bu baş aşağı gidiş neden yaşandı?

Onu tanıyan son insan ölene kadar var olacak “adına” neden umutlar yüklemek yerine korku cübbesi giydirdi insan? Kefenin cebi olmadığını ne ara unutuldu? Anne karnına sığarken koca dünyaya neden sığılamadı? Komşusu açken tok yatamayan insanlardan “Rab bana, hep bana!” naraları atan yaratıklara dönüşmek neden kabul edildi? İnsan ne ara bu kadar bencilleşip kötüleşti? Biz bize neler ettik böyle? Bizi ne yazık ki yine biz mahvettik!

Demet Yener

 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol