SAHİPSİZLİK

İnsanlık tarihi kadar eski olan bir duygunun adıdır sahipsizlik. Sahipsiz olmak insan gibi doğuştan ayağa kalkamayan bir canlı için oldukça zor bir durumdur. Bu kadim duygu olmasaydı ne insanlar bir arada yaşayabilirdi ne de medeniyetler kurulabilirdi. Tarihin oluşma sebeplerinden biri olan bu duygu sayesinde insanları ve kültürleri bir araya getiren, aile kurmalarına sebebiyet veren, toplum olarak yaşamak adına normlar oluşturmalarını ve son kertede bu kurallara uymalarını sağlayan duygudur. Sahipsizlik, başıboşluk ve hiçlik halinden öte bir şey değildir. Zaten oradan ötede “hiç” bile yoktur. Orası tükenmişliğin ve yoksunluğun en son halidir.

Bebeklik dişlerini henüz tamamlamış ufacık bir kızın, okuldaki ilk ödül töreninde, bir köşede sessizce, ödülü parmakları arısında evirip çevirirken hissettiğidir. Arkadaşlarının aileleri kendi çocukları ödül alırken sayısız fotoğraf çekip delice alkışlarken ve gözbebeklerine baktığı çocuğuna avuç dolusu öpücükler yollarken o ufacık kızın yaşamak zorunda kaldığı o çaresizlik yüklü duygudur.

Yıllar yılı bin bir emekle büyüttüğü çocuklarının her birini kendi hayatına uğurlayan ve seksenine gelmiş yalnız yaşayan bir annenin, kapı komsusuna “Serap beni görmediğin gün gel kapımı çal, ölürsem hiç olmazsa kurtlanıp kokmayayım kızım.” demesidir. Akli melekelerini tam olarak kullanamayan bir delikanlının bilinçsiz vaziyette kapıdan çıkıp başıboş yürümeye başladıktan sonra akşam karanlığında yolunu kaybettiğinde derdini anlatamayışı ve yolunu bulamayışı üzerine gözlerinden kendi kendine akan yaşlarıdır.

Utanarak söylüyorum, çeşitli yaş ve meslek gruplarından tam yirmi sekiz adam (?!?) tarafından tecavüze uğrayan bir çocuğun avukatı “Oturmak için iki defa ameliyat geçirmek zorunda kaldı.” diye açıklama yaptığında işte bu çocuktur sahipsiz olan. Devlet, millet, aile, insanlık falan hiçbiri yoktur onun için. O kadar çok ki böyle olaylar artık. Bu sadece onlardan biri. Bildiklerimiz bizim kanımızı dondururken, bilmediklerimizse yaşayanların hayatlar ını donduruyor.

Beyaz aidiyet duygusunun ters simetriden siyah kardeşi olan sahipsizlik duygusu, şefkat, sevgi ve sığınma eksikliğidir ama belki hepsinden de çok katıksız güven yoksunluğudur. En çok kimseye güvenemeyen insanlar kendilerini sahipsiz hissederler. Hep ortada ve açıkta gibi. Her an her tehlike karşısında mücadeleye girmeden mağlup gibi.

Soğuktan donarken kimseyi arayamama acısıdır sahipsizlik duygusu. Herkesin dışladığı biri olarak bir yerlerde hep tek başına kalmaktır. Bir kuytu köşe aramaktır. Kimseye rica minnet etmeden köprü altında yatmaktır. Bazen soğuktan donarak ölmektir sahipsizlik duygusu ama yine de kimseye minnet etmemektir. Dışlanmışlığın son noktasıdır ama sesini çıkarmamaktır aynı zamanda.

Bazen bir özgürlük hissi yanılgısına düşer insan. Gün yerini geceye bıraktığında insanın ruhu, sarılacak birisini arar. Bazen anne kucağına özlem olur bu. Bazen her dediğine gülen ve sürekli onaylayan ama yeri geldiğinde çatır çatır kavga eden bir dostun eksikliği olur. Sevgi ile ilişkilendirilen bir yoksunluktur insanı sahipsizlik duygusuna prangayla bağlayan. Bir yerde bir kahkaha duyar ve burnunun direği sızlar; işte bu sahipsizliktir hissettiği.

Bazen de bir bayrağa boş boş bakmaktır sahipsizlik. Kendini yaşadığı yere ait hissetmemektir. Diğerlerine benzememenin acısını duymaktır. Bazen bir türlü kurtulamamaktır okuduğu marşları yüreğinde duyamamaktan. Ait olamadığı yerlerin tokadıdır ona bu sahipsizlik. Vatansızlıktır. Ya da daha kötüsü kendi vatanında başka bayraklara bakıp başka marşlar okumak zorunda kalmaktır.

Düşünmekti eski zamanların neden tadına doyulmaz diye nitelendiğini. Belki de hiçbir şeyin sahibi yoktu, bütün bir evren sahipsizdi! Dünya sahipsiz, evren sahipsiz, duygular sahipsizdi. Yalnızlığa katlanamayışımız ve iç güdülerimiz yüzünden aileler kurduk. Sonra kendimiz dışında onları da korumak gerekti. Aileler yakınlaşmaya başladı ve toplum oluverdik. Kendi aramızda düşüncesizce paylaştık sahipsiz dünyayı. Tellerle, duvarlarla sınırlar çizdik, diğerini ötekileştirdik. Her şeyin herkese ait olduğu bir dünyadan bencil hırslarımız yüzünden parça parça dünyacıklar yarattık. Bizden olmayanı tanımak için farklı diller, marşlar ve bayraklar kullandık. Dünya insanı olmayı ve bu sonsuzlukta yaşamayı reddedip kendimizi sınırlar içine yerleştirdik. Sonra diğerlerinin yerlerine göz diktik. Savaşlar çıkardık. Paylaşamadık koca dünyayı. Göç edenler, işgal altında esir düşenler, ailesini kaybedenler derken bir yığın sahipsiz insan yarattık. Aslında bize bunları hep bizler yaptık.

Çağlar değişti, teknoloji olarak modernleştik. İnsanlara hak ve hürriyetler tanıdık. Asırlarca yapılan hataların çilelerini çektik. Sözde bu çekilen çilelerden ders aldık. Hayır hiç de öyle olmadı ve olacağa da benzemiyor. Sorun temelde ekonomi ve güç savaşına dayanıyor. Uyuşmazlık, paylaşmama, olanla yetinememe, iktidar ve koltuk sevdası, politik çekişme, kavga ve savaş insanların genlerinde var. En kadim mikroplar olarak bu genler, dünya döndüğü sürece genlerimizden geleceğimize taşınacak. “Tarih tekerrürden ibarettir.” Bu düzen böyle gidecek. Bu duyguları ve düzeni biz kurduk, yakınmaya hakkımız yok.

Birbirine düşürülmüş, kışkırtılmış, kandırılmış, kan ve gözyaşına alıştırılmış, bölünüp zayıflamayı kaderi gibi kabullenmiş, kutuplaşmayı çözüm sanmış, ortak değerleri unutmuş, demokrasi ve hukuk yoluyla kendi çözümünü bulmak yerine birey olarak çıkarlarının peşine düşüp uydulaşmayı uygun bulmuş, din, mezhep ve siyaset üzerinden yaratılan suni başkalaşma ve ayrışmalar sayesinde ötekileşmiş toplumlar, “millet” kimliğini kaybetmeye mahkûmdur. Her sahipsiz sürüye bir çoban diken güçlü toplumların liderlerin insafına kalmayı seçmenin en belirgin yolu budur; millet olmaktan vazgeçmek.

Sahipsizlik, korumasız ve güvencesiz kalmanın insanda yarattığı ağır yoksunluk hissidir. Toplumlar olarak da bu duyguyu yaşıyor oluşumuzdan söz ettiğimize göre birey olarak içimize çöken sahipsizlik hakkında son bir söz daha edebiliriz.

“Herkese ait olan, aslında hiç kimseye ait değildir.” Bu anahtar cümleyi anlayamayan insanoğlu olarak hem birey hem de toplum olarak sahipsizlik denen illetle sürekli mücadele etmek zorunda kalacağımızı kabullenerek birlik olmaya başlamalıyız. Düşünsenize ormanlarımız herkese aittir ama herkes gücü ve ihtiyacı ölçüsünde kesecek, yakacaktır. Ya da trafik herkesin sorunudur ve herkes bu sorunun bitmesini ister. O halde bunu düzenlemekle yükümlü olan kurumu neden sürekli kandırmaya çalışır? Dönülmeyecek yerden döner, izinsiz sollama yapar, radar yoksa hız limitini aşar, polis yoksa kemer takmaz… Sahipsizliğe ağıt yakmadan önce sahipli ya da ait olana saygı duymayı öğrenmek gerekir. Toplum olarak bu duygudan kurtulmak, bireylerin de kurtuluşu olacaktır. Okul hayatındaki ilk ödül töreninde öksüz ya da yetim olduğu için hiçbir çocuk boyun bükmeyecek, hiçbir anne tek başına ölüme terk edilmeyecek ya da hiçbir çocuk cinsel istismara uğramak zorunda kalmayacaktır. Düzgün bir dünya için düzeltmeye kendinizden başlayın…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol